Friday, October 12, 2007


Merhaba...

Krishnamurti sevgimi paylaşacağım insanların varlığını bilmek umut verici.

ga, 9. 08. 2007

-

Merhaba...
Krishnamurti sevgisini paylaşmak dünyayı; rekabet etmeyen insan ilişkileri içinde, çatışmaksızın, şiddetsiz, savaşsız ve korkusuz yaşamak anlamına geliyor olmalı...
Sözu edildiği gibi yaşandığında, umut ve umutsuzluk da anlamını yitirir... Bilmiyorum katılır mısınız?
ab, 10.08.07

-

Merhaba...

Aşağı yukarı beş senedir meditasyon yapıyorum. Ya da yaptığimi saniyordum. Ta ki yakin bir sure önce Krishnamurti'nin bir sözünü tesadüfen okuyup, "iste benim aradigim bilge budur" deyinceye kadar. Hemen Ayna Yayinevi'ne gittim. Ve yayınevinin bastıği tüm kitapları aldim. Normal koşullarda kesinlikle böyle bir davranış göstermem. İhtiyatlıyımdır. Ama Krishnamurti, aradığım yolgösterici olduğu konusunda kendisini öylesine belli ediyordu ki o bahsettigim sözüyle, inanin hic tereddüt etmedim.

Okudukca yolum aydınlandı. Sadece okurken bile hayata bakışım güzelleşiyordu sanki. Ama bir taraftan Krishnamurti benim söylediklerimi kabul etmeyin, kendiniz bulun diyordu. Kendim bulmaya çalışıyorum elimden geldiğince. Fakat Krishnamurti'ye kutsal insan, guru olarak ta bakmak istemiyorum. Ona karşi hissettiğim olağanüstü güzel duygunun sevgi olduğunu anladığim güne dek içimdeki Krishnamurti Sevgisi ile bir çatişmam vardı. Artık yok. Ama onun yolumda olmadığını, yolumun sadece ve sadece kendi yolum olduğunu da unutmamaya çalışıyorum.

Sizin Krishnamurti ile nasil tanıştığınızı, hayatınizı nasil etkilediğini merak ediyorum?

Sevgiyle.
ga,10.08.07

_

2003 yılının başında K ile ilgilenmeye başladım. Ciddi sağlık sorunu nedeniyle bolca vakit ayırabiliyordum. Çok geçmeden hemen hemen herşeyi bir kenara bırakıp K okumaya koyuldum. Merak aralıksız sürüyor. Daha önce zen ile ilgilenmiştim. K ile karşılaştığımda aralarındaki benzerlik şaşırttı beni. Budizm’le ilgilenmiş olanlar da şaşırtıcı benzerliği hissederler. Ancak çoğu Budist K’yı bir türlü kabullenmek istemez. Çünkü Krishnamurti geleneği, dolayısıyla otoriteyi reddeder. Bilinenin; gerçeğin kavranışı önünde önemli engel olduğunu düşünür.

Zen tarihsel metinlere çok bağımlı. Zen kendini zaman içinde yaşanmış deneyimlerle anlatmaya çalışır. Dikkatle izleyen biri zen içindeki çelişkileri görebilir. Sanıyorum K Zen’nin ‘gerçeğin’ sadece bir bölümünü görebildiği kanısında. Aslına bakılırsa sözcüklerin gerçeği tanımlayabilmesi olanaksız. Bu nedenle ‘zen’ sözcüğü gerçeğin kavranışı önünde önemli engel. Yalnızca okumak bu nedenle yetersiz. Okumanın yanında düşüncenin gün boyu izlenmesi gerekli. Bir anlamda bu yaşamın izlenmesi anlamına gelir. Eğer izlemenin içinde izleyen varsa, düşünce zamanın içinde hareket eder. Çünkü izleyen ve izlenen aynı şeyler. Oysa zamana bağımlı düşünce böler, ayrıştırır, mukayese eder, seçmeye çalışır ve seçmeye zorlanışı nedeniyle kendisiyle ve çevresiyle çatışır.

Gün boyu farkında olunan, izleyenin olmadığı izlem, tam anlamıyla gerçek meditasyon içinde hareket etmek olabilir. K meditasyonun yapılan bir şey değil, içinde yaşanan gerçeklik olduğunu savunur. Sanırım düşüncenin gün boyu karmaşık işleyişinden, sıkıntılardan, korkularından kurtulmak için, bir köşede yapmaya çalıştığı meditasyon umutsuz bir kaçış olmaktan kurtulamaz. Genelde insanlar bir dönem yoğun meditasyon yaparlar, ancak bir müddet sonra sıkılıp yeni arayışlar içine dalarlar. Ancak çaresiz kaldıklarında tekrar meditasyona baş vururlar. Uzun gezilerle Çin ve Hindistan’da dolaşmış birine meditasyon yapıp yapmadığını sorduğumda, artık vakit bulamadığını söylemişti. İsrarla nedenini öğrenmeğe çalıştığımda yanıt bulamadı. Sanırım önemli neden; meditasyonun ne olduğu, neden yapıldığı sorgulanmadan sadece geleneklere bağımlı, merak ve macera tutkusuyla, kulaktan dolma bilgilerin sorgulanmadan, hedeflenen amaç doğrultusunda deneyimlenmeye çalışılması.

ab, 11.08.07

-

Merhaba

Beni gerçekten heyecanlandıran yazışmalarımızın uzun soluklu olması benim de dileğim. Bununla birlikte kendimizi ve varoluşu kavramada bir nebze olsun faydası dokunursa ne mutlu bize. Aydınlanmış ya da aydınlanma yolundaki bireyler olarak (bunu, ermiş, insan-ı kamile ulaşmış ya da bu saydığım sıfatlara ulaşmaya çalışan anlamında söylemiyorum) toplumun dönüşmesine yapabileceğimiz minicik bir katkı bile varoluşumuzdaki anlamı kavrayış olarak perçinleyecektir. Anlamlandıracaktır demekten özellikle kaçınıyorum. Sınırlı olanı, bilineni kavramanın ötesine geçemeyecek olan zihnimiz zaten var olan “anlam”a yeniden anlam katamaz. Düşüncenin gün boyu izlenmesinden bahsediyorsunuz. K’nin görüşlerinden etkilenip te bu konuya girmemek mümkün değil sanırım.

Öncelikle kavramlar konusunda kendi zihnimde yaşadığım karışıklığı paylaşmak isterim. K’yi Türkçe çevirilerinden okudum. Eminim çevirenler bu konuda en üst düzeyde dikkat ve özeni göstermişlerdir. Burada sorun bir kelime kullanıldığı zaman onun kafamızda yaptığı çağrışım. Düşünce, zihin, bilinç, hafıza, dil(lisan), duyu, duygu vs dediğimiz zaman siz ne anlıyorsunuz ben ne anlıyorum? Çünkü her ne kadar K okuyan ve onu anlamaya çalışan zihinler olsak ta girdiğimiz yan yollar da farklılıklar olabiliyor. Öyle ya da böyle varılacak ya da zaten tam içinde olduğumuz hiçbir zaman dışına çıkmadığımız ve çıkmayacağımız yer “bir”lik bile olsa. Bilmem katılır mısınız?

Meditasyonun gün boyu izleme olduğu konusunda tamamen sizinle hemfikirim. Hatta öncelikle meditasyonun ne olduğunu anlamadan oturup gözlerimizi kapatarak, bir ritüel havası içerisinde meditasyon yapmanın da bana anlamsız gelmeye başladığını söylemeliyim. Bilmem çok mu abartılı oldu?

Kendisini takip eden zihin kendisini değil de kendinden farklı bir şeyi izlemeye çalıştığı yanılgısına girdiği zaman çatışma başlıyor. Bunu K zaten çok net bir şekilde söylüyor. Kendinden farklı bir şeyi izlemek derken, öncelikle sanki kendisinden başka bir zihin varmış gibi yapmak. İşte tam burada zihin nedir sorusu devreye sokulabilir belki? Ya da bilinç mi demeliyiz?

Uyku sırasında rüya görmediğimizi farzedelim. Uyandığımızda ne olur? Gelen şey nedir? Bu ben dediğimiz şeyin ta kendisi değil midir? Yani bilinç, ya da zihin.

Düşüncemizin, zihnimizin takibinin yanı sıra bedenimizin takibi de gerekli değil midir? Bedenin ait olduğu doğal çevrenin, dolayısıyla diğer insanların izlenmesi gerekmez mi?
Bunlar sorular. Sorarken cevabı da içinde vermeye çalışmıyorum. Böyle bir bilgim de yok zaten.
Ortak sorulardan yola çıkarak bir söyleşi için giderek daha sağlam bir zemin yaratabiliriz belki.
İşin doğrusu Budizm, Zen ya da diğer felsefi, dinsel yaklaşımlarla ilgili bilgim çok sınırlı. Bu sohbetler sırasında o konularda da bilgi sahibi olabilmek benim ayrıca bir mutluluk kaynağı olacaktır.

Sevgiyle.
ga, 14. 08. 2007

-


Toplumun dönüşümüne belki katkı yapılabilir. Ancak önce insanın kendi içindeki değişim gerçekleşmeli. Önceleri bu tersine işlerdi: Çevremi değiştirirsem, kendimde değişebilirdim. Ne yazıkki alışılmış işleyiş/inanış doğru değilmiş. Eğer ben değişebilirsem dünya değişir. Çünkü ben neyse dünya da o. İkisi arasında bölünmüşlük söz konusu değil. Haklısınız bu nedenle zihin “anlam”a yeniden anlam katamaz. Eğer yeni anlam çıkarmaya zorlarsa, izleyen ve izlenen ayrımı çıkar. İzleyen varsa izlenen vardır. Bu da zaten çatışma demek.

Türkçedeki çevirilerin mükemmel olabilmesi için, sanırım çeviri yapanın gerçeği eksiksiz kavramış olması gerekir. Yaşamı eksiksiz kavramış olmak. Krisnamurti bile bazen sözcük seçerken zorlanır. Aradığını buluncaya kadar sabırla uğraşır. Bilmiyorum rastladınız mı; bazı diyaloglarda açıkca hissedilir bu. Sözcüklerin sizde yaptığı çağrışımla bende yaptığı etki farklı olur, katılıyorum. Sözcükler dikkatle kullanılmalı. Ama yine de sözcükler gerçeği tanımlamada yetersiz. Açlığı, en iyi açlık duygusu tanımlayabilir. Katılıyorum; girilen, denenen yan yolarda farklılıklar olabilir. Ancak K sürekli gerçeğin yolunun olmadığından söz eder. Ayrıca anlamaya çalışan zihin, düşünce üretiyorsa zamana ve yola gereksinim duyar. Oysa gerçek şu anda saklı. Gerçeğin zamanla herhangi bir ilintisi yok. Ya şu an anlarsın, ya da çalışırsın.

Meditasyon oturup yapılan bir şey olmamalı. Düşünce kendi hareketini kavradığında meditasyon kendiliğinden oluşan bir şey. Düşünceyi izlemenin önemi buradan kaynaklanıyor. Zihin düşünce hareketinin kaynağına ulaştığında çabasızca, kendiliğinden sessiz kalır. Bu sessizlik zorla, kontrol ederek, başkasından öğrenerek bulgulanacak bir alan değil. Düşüncenin insanı neler içine sürüklediği bulgulandığında, zaman kavramı yeni anlam kazanır. Zihin artık düşüncenin ne denli sınırlı, güvenilemez bir kaynak olduğunu hisseder. Bulguladığı mutlak sessizlik olur. Sanırım; eğer yanlış şeyler söylemiyorsam... bu tam anlamıyla meditasyonun kendisidir.

K akıl, zihin (mind) ve beyin’in (brain) ayrı şeyler olduğundan söz eder. Bunların Türkçeye çevrilişi sırasında sizin de vurguladığınız karmaşa karşımıza çıkar. Ona göre düşünce beyne ait. Diğer yanda akıl; zihin, zeka, (intelligence) gibi sözcüklerle eş anlamlı. Bilinç düşüncenin ürünü. Evrensel akıldan söz ederken insanı da içine alan uçsuz bucaksız işleyişi tanımlamaya çalışır. Düşünce söz konusu işleyişin büyüklüğü karşısında çaresizdir. Sözcükler bu nedenle düşünce gibi sınırlılık sergiler. ‘Ben’ sözcükler zinciri yardımıyla oluşur. Zengin fakir, akıllı akılsız, başarılı başarısız, korkak korkusuz, bilgili bilgisiz gibi. ‘Ben’ sonsuz büyüklükteki işleyişin içinde son derece önemsiz kalır. Oysa ben, ya da bilinç tersini: Ne denli başarılı, ne denli bilgili olduğunu düşünür. Bilincin şüpheyle sorgulanışı veya hareketinin izlenmesiyle zihinle (akılla) karşılaşılır. Bu sorgulama tamamlandığında aklın içindeki düşüncenin işleyişi kavranır. Bütünün sorgulanışı içinde düşünce önemli rol oynar. Dolayısıyla düşünce reddedilemez. Eğer düşünce tamamen reddedilirse, lisan öğrenemeyiz, karmaşık makineler yapamayız, bilgisayar kullanamayız, hatta evimizin yolunu bulamayız. Yine de düşünce ‘ben’ oluşumununa neden olur. Eğer ben varsa sen vardır. Ve kaçınılmaz şekilde ben ve sen çatışır. Dünyadaki tüm ölümcül savaşların kaynağı içinde ben ve sen bölünmüşlüğü vardır. Zihin eğer sessizse, kolayca içi (bedeni) ve dışı (doğal çevre) izleyebilir. Diğer insanların izlenmesi sadece bir alışkanlık. Bu izlem öğrenmeye çalışırken bilgi biriktirir. Yıllarca biriken bilgi düşünce tarafından sınıflanmaya, düzenlenmeye çalışılır. Sanırım tam anlamıyla kesintisiz öğrenmenin gerçekleşebilmesi için düşüncenin hareketi izlenmeli. Bu nedenle bilginin en değerlisi, kendine ilişkin bilgidir der K. Kendine ilişkin bilgi tamamlanmamışsa başkasına ilişkin bilgi sadece kafa karıştırır.

Bilgi ister zen’e, ister felsefeye ait olsun sadece yük. Uzun yola çıkan biri fazla yük taşıyamaz. Kanımca bilgi yalnızca kafa karıştıran bir şey. Oysa kendine ait bilgi için aynı şey söylenemez. Kendine ait bilgiyle uzun yola çıkılabiliriz. Fakat sayısız ‘yap’ veya ‘yapma’ ile yola çıkan biri sizce ne kadar uzağa gidebilir?

ab, 23.08.07

-

Merhaba

Akıl, zihin, bilinç, düşünce kavramlarının ne olduğu konusunu irdelemek ister miydiniz?. Bu kavramların ne olduğunu samimiyetle ve dikkatle anlamaya çalışıyorum. Bunu koşulsuzca yaptığım zamanlar da hiç az değil. Fakat bu anlama çabasını sürdüren zihin, kendi çalışma sisteminde ana yapı olarak bellediği dili kullanarak tanımlamalar yapmaya başlıyor. Hayatı koşulsuzca ve bir tanımlama yapmaksızın gözlemleyemeyen bizler (tüm insanlıktır kastettiğim), kendisi olan zihni gözlemlemeye başladığında da eski alışkanlıklarından vazgeçemiyor. Vazgeçememek derken, “acaba bu vazgeçememek mi, yoksa vazgeçmeyi istememek mi?” sorusu hemen zihnimde beliriveriyor. Bu da bir tartışma konusu olabilir mi?. Cevapları, K’nin bir çok konuşmasında ve kitaplarında zaman zaman verdiği bizlerin malumu. Fakat K’nin hep vurguladığı “söylediklerimi kabul etmeyin, kendiniz bulun” ifadesi de beni bu soruları tekrar tekrar sormaya yönlendiriyor. Zaten yapmaya çalıştığımızda bu olsa gerek diye düşünüyorum.

Düşünceyi dil olarak tanımlamışsınız. Buna ben de katılıyorum. Benim gözlemleyebildiğim, anlayabildiğim kadarıyla düşünce dilin ta kendisi. Peki bilinç diye bir ayrım yapamaz mıyız sorusunu ortaya atmak istiyorum. Hemen aklınıza “düşünce nasıl da hemen bölmeye başladı” saptamasının geldiğini görür gibi oluyor. Kesinlikle öyle. Düşünce bölüyor. Çünkü K’nin hep ifade ettiği gibi zihin başka türlü anlayamıyor.

Kısacası bu satırları parmaklarıma yazdıran bilinç ya da düşünce sizinle başka türlü iletişim kuramıyor.
K zihnin bilinmeyeni anlayamayacağını, bu yüzden dikkati kendisine yönlendirmesi gerektiğini söyler. Kendisini anlamaya çalışan zihin, kendisini anlamaya başladığı yerde anlayan kim? Dikkat edin burada henüz herhangi bir kelime devreye girmiş değildir. Burada bölmeden gerçekleşen bir anlamanın olduğu konusunda kuşkuluyum. Çünkü bölmeden anlayabilen zihin değildir.

Acaba beynin çeşitli faaliyetleri var bunlardan biri bilinç midir? “ Kendisi bilinç midir? Bu bana düşünceden daha farklı görünüyor. Bilinç ve düşünce birbirinden farklı, ama elbette birbirine son derece bağımlı iki faaliyet olamaz mı? Bunu biraz daha açmak istiyorum. Hayvanların bildiğimiz anlamda bir dilleri yok. Ama ne şekilde olduğunu bilemediğimiz bir bilinçlerinin olduğu da bana göre kesin. Dilin kullanılmadığı bir zihinden bahsediyoruz. İşte bu örnek bana çarpıcı geliyor. Kendimde gözlemlediğim düşünce ve bilinç ayrımını hayvanlar üzerinde teyit etme imkanı yakalayabiliyorum sanki.

Tekrarlar olabilir kusura bakmayın. Yaptığım her saptamayı da bir soru olarak alın. Hiçbir şekilde sonuca bağlanmış kesin saptamalar yapmak istemem. Yoksa bildiğimizi iddia ederiz ki, “kendisi” için buna imkan yok desem abartmış olmuyorumdur umarım.

Beynimizin çeşitli faaliyetleri var. Düşünmek, beş duyu, hafıza, genlerimize kodlanmış bilgi depoları aklıma şu anda gelmeyen bir çokları. Bilinç, yani “kendisi” ile düşünce arasındaki bu ayrım önemli olabilir.
Çünkü düşünce “kendisi” ile tam olarak aynı yerden çıkmayınca “kendisini bilen bir bilincin” düşüncenin işleyişini ayırt edememesi sözkonusu olabilir. Hatta bu gerekli olmayabilir düşüncesi de kafamda zaman zaman beliriyor. Ama “kendisi” olan bilinç, “ben” olduğunun idrakiyle düşünceyi izlemeye başladığı zaman düşünce faaliyetinde bir yavaşlama gözlemliyorum. Kendimi düşünce olarak değil de, ben olarak gördüğümde çatışma ile ilgili sorunlarımda da önemli bir azalma oluyor.

Sanırım bu konuda düşüncelerimiz farklılaşabilir. İşin doğrusu bu yaptığım ayırımı Krişnamurti’nin yaptığını hiç okumadım ya da anlamadım. Lütfen, üstadın bu konuda bir saptamasını biliyorsanız beni uyarın. Elbette ki sizin saptamalarınızı da merakla bekliyorum.

ga, 24.08.07


-

...kendisi olan zihni gözlemlemeye başladığında...
Sanırım öncelikle bilincin, düşüncenin, benin, izlenmesi gerekir. Bu izleme belli olgunluğa ulaştığında zihinle karşılaşırız. Bilinç ve düşünce gurubunun izlenmesi sözcüklere yansıtılabilir. Yanılmıyorsam zihin eylemsiz. Sanırım zihnin doğal uzantısı sezgi. İnsana sezgisi hiç umulmadık şeyler gösterir. Ama bunlar diğer birine aktarmaya çalışıldığında soyut anlamlar kazanır. Eğer bilinç hareket etmiyorsa, sessizse sezgisel görü/his bizlere çarpıtılmamış ‘olan’ı gösterir. Zihnin, meditasyon aracılığıyla biliçten, düşünce yükünden kurtulmasıyla sezgi ortaya çıkıyor. Getiriliş zorla olamaz. Getiriliş sezgiyle mümkün. Sezgi zihnin uzantısı. Oysa düşünce ben’in uzantısı. Düşünce sonlanmadan zihnin ve sezginin varlığını bulgulamak olanak dışı. Ben düşünce ürünü. Düşünce sonlandığında ben de sonlanıyor. Çünkü ben kurgusal. Düşsel. Ben yoksa sen yok. Dolayısıyla çatışma yok.

“acaba bu vazgeçememek mi, yoksa vazgeçmeyi istememek mi?”
Sanırım ikisi de. İstememek, vazgeçememek. Çünkü insana bilinmeyen korku veriyor. Düşünsenize, ‘Ben’inizi yok etmeye çalışıyorsunuz. Bu kimileri için korkunç bir şey. Bu insan alışkanlıklarının reddedilmesi anlamını taşıyor. Çoğunluk için deli saçması. Ama tarih boyunca ve şu an insanın insana yaptığı eziyet sanırım daha korkunç.

“söylediklerimi kabul etmeyin, kendiniz bulun”
Kabullenmek ve uyum sağlamak düşünce uzantısı. Ama bulmak tamamen farklı. Bulmanın öncesinde izlem, merak, şüphe ve sorgulama var. Bir anlamda özgür. Oysa kabul, fikri ortaya atana tutsak. K ayrıca hocayı da yadsır. Eğer ‘ben’i reddediyorsak, hoca olabilir mi? K elimizde bir fener. Ancak karanlığın içine dalıp bilinmeyenin içine girme cesaretim yoksa, sözcüklerin hiçbir anlamı yok. Biri bize karanlığı gün ışığında tanımlamaya çalışıyor. Kanımca bunun zerre kadar önemi yok. Bu nedenle K kitaplarını da okumanın bir yere ulaştırmayacağını sıkca söyler. Hatta onları okumayın der.

...bilinç diye bir ayrım yapamaz mıyız...
Bilinç ve düşünce aynı şeyler. Oysa kavrama işlemi zihnin sezgisel uzantısı. Yine de bu açıklamalar sözcüklerin sınırlı oluşuyla anlamlarını yitiriyorlar. İsa’yı hiç duymamış birine nasıl anlamlandırabiliriz ‘olan’ı. Ya da çölde yaşayan bir bedeviye, nasıl tarif edebiliriz çam ormanının kokusunu. Ormanın resmi bir şeyler anlatabilir belki. Ama ya koku? Deneyimlemişsinizdir; kırlarda dolaşırken duyumsadığınız bir koku sizi yıllarca öncesine taşır. Veya kalabalık içindeki bir parfüm.

Acaba beynin çeşitli faaliyetleri var bunlardan biri bilinç midir?
Düşünce, hafıza yardımıyla biriktirilmiş bilginin tümü. Bu bilgi kurgusal ben’i ortaya çıkarıyor. Hepsi geçmişin uzantısı ve sahte. İnsanlık tarihi boyunca birikmiş inanç ve davranış kalıpları. Biriktirilen bilginin tümü bilinç. Bu işlem yalnızca kimyasal işleyiş. Beyin kısa süreyle bile olsa oksijensiz kalsa kimyasal işleyiş onarılamaz hasarla sonuçlanıyor. Söz konusu düşünsel işleyiş beynin son derece küçük bir bölümünde oluşuyor. Beynin inanılmaz bir enerjisi var. Bu olağanüstü enerji insanın tarihsel eylemleri içinde izlenebilir. Aya gitmek, uzayı kullanarak haberleşme, sağlık konusunda bulgulananlar, teknolojik gelişmeler, teknolojik gelişmelerin desteklediği kendi varoluşunu sonlandırma tehlikesi hepsi beynin sınırsız enerjisinin göstergesi. Herşeye rağmen insan mutsuz. Bu mutsuzluğun, tamamlanmamışlık duygusunun anlamı ne?

Diğer canlılarda düşünce ve mukayese kabiliyeti olmaması nedeniyle şiddet sınırlı. Şiddet sadece üreme ve yeme işlemiyle oluşabiliyor. Hayvanlarda bu ikisi doyurulmuşsa şiddet gözlemlenmiyor. Bir de alana tecavüz ve yaşlılık söz konusu. Düzensizlik geçici. Oysa insan düşüncesi için aynı şeyler söylenemez. Düşünce kendi türünü ve diğer tüm türlerin yaşamını sonlandırabilecek güçte. Bu tehlike insanı gelecek kaygısı içine sürükleyen ve dolayısıyla sıkıntısının en önemli kaynağı. Belki bu korkunç gelecek onun eğlence, içki ve seks gibi çoğunlukla mutsuz, aynı zamanda şiddet içeren kaçış biçimlerine sarılışının kaynağı.

ab, 25.08.07

-


“Sezginin ne olduğunu zihin bilebilir mi?” sorusunu ortaya atmak isterdim. “Sezgi nedir?” sorusu hemen gelecek yeni soru olabilir. Elbette soruları soran “ben”im, yani zihin. Oysa siz diyorsunuz ki: “sanırım sezgi zihnin doğal bir uzantısıdır” Bunu söyleyen zihin mi? Yoksa zihin daha farklı ya da gelişmiş bir algının saptamış olduğunu alıp “kendisi bulmuş gibi” mi davranıyor? Bahsetmiş olduğum daha farklı bir algılama türü, sizin de bahsetmiş olduğunuz “sezgi” adını verdiğimiz durum olabilir gerçekten de.
Anladığım kadarıyla zihin dediğimiz olgudan bahsederken tam olarak aynı şeyden bahsetmiyoruz.
Şöyle bir soru sorayım? Cevabını biliyorsanız beni uyarın. Ama koşullanmalarından, arzularından ve korkularından kurtulamamış bir bilinç bu soruya ancak tahmini olarak cevap verip düşüncelerini açıklayacaktır. Ben böyle yaptığımı biliyorum en azından. Dilerim siz, benim ve çoğunluk gibi değilsinizdir. Sorum şudur: “Zihin bedensel faaliyetten bağımsız bir olgu mudur?” Düşünceniz olmayabilir de. Ya da sorunun cevabını net olarak biliyorsunuzdur. Bildiğiniz gibi K. bazı soruların cevabını açık olarak ortaya koymaktan kaçınan bir bilge. Çünkü kişinin meditasyon süreci içerisinde gerçekten anlamasını tercih ediyor. Örneğin biraz önce sormuş olduğum “zihin bedensel faaliyetten bağımsız bir olgu mudur?” gibi bir soruya K . mutlaka verilecek bir cevabı vardır. Hatta sanırım bu cevabı satır aralarında vermiş olabilir. Ama bu soruya direkt bir cevap vermekten kaçınır. Bu olması gereken değildir bence. Yani kural olamaz. Onun öğretmenliğinin tarzıdır. Beni ve onun görüşleriyle ilgilenen insanları önemli ölçüde etkileyen unsurlardan biri budur diye düşünüyorum. Aramızda geçen yazışmalarda biz de mi böyle bir yaklaşım sergilemeliyiz sorusu kafa takılmıyor değil.

Konuyu fazla dağıtmadan soruya geri dönmek istiyorum “Zihin bedensel faaliyetten bağımsız bir olgu mudur?” Eğer “sezgi” dediğimiz olgu zihinsel faaliyetlerin bir devamı ise bu konuda soru işaretleri ortaya çıkıyor. Hemen yaşam ve ölüm kavramlarına girmemiz gerekecek. Çünkü beden sona erdiğinde geriye neyin kaldığını pek bilmiyorum. Bilemeyeceğimi de biliyorum. Oysa sezgi denen olgu günlük hayatımız içerisinde defalarca karşımıza çıkmıştır. Onun ne olduğunu düşünce bilemiyor. Ya da düşünerek sezgiye ulaşamıyoruz. Sizin de bahsetmiş olduğunuz gibi bu kendiliğinden oluyor. Peki sezgi beynin bir faaliyet midir? Ortaya attığım sorulara cevap verip vermemek bireysel tercihinizdir. Büyük bir mutlulukla sürdürüyorum bu yazışmaları. Çok da faydalanıyorum. Sorular sadece sorudur. Evrene gönderilmiş sorular.

Geçtiğimiz hafta içerisinde bir konuya çok takıldım. Sizinle de paylaşmak istiyorum. O da izleyen ve izlenen meselesi. Önceki mektuplarınızdan birinde bundan bahsettiğinizi biliyorum. K.’nin Çatışma Üzerine kitabını okurken bu konuya değinilmiş. Yine satır arasında yakaladım gibi algıladım. Aslında K. Ve diğer bilgeler bazı şeyleri üstüne basa basa sürekli söylerler. Ama onun ne olduğunu defalarca okursunuz ve hiçbir şey anlamazsınız. Daha doğrusu anlamadığınızı bir anda farkedersiniz. Elbette ki “o an” kavrayışın gerçekleştiği andır. İşte böyle bir durum yaşadım.

K. diyordu ki “izleyen izlenen olduğunda çatışma sona erer” Bunun ne anlama geldiğine ilk kez bu kadar yaklaştım. Bunu anlayana kadar çatışmayı neyin yarattığı konusunda çeşitli algılamalarım olmuştur. Peki şu soruyu sorsam çok mu cahilce olur? Olmayacağını biliyorum ama düşünce bu soruyu sorduğu anda onu buraya aktarmak konusunda kendimi frenlemek istemiyorum. Bu kesinlikle yanlış olur. Sorum şu: “ izleyen ne zaman izlenen olur?” Elbette izleyen zaten izlenendir. İzleyen izlenen ayırımı çatışmayı yaratıyor tamam. Biz izleyen miyiz, izlenen mi? K. İzlenen olduğumuzu söylüyor. Öyle anladım. İzlenen edilgendir. İzleyen ise etken olan. Bir şeyleri yapan ve etkileyen yani. Oysa düşüncenin hiçbir şey bulamayacağı kabul ettiğimiz bir olguysa, izlenen olduğumuz değerlendirmesinin altı doldurulmuş olmuyor mu? Bu konuyu irdelemekte olduğum bir süreç yaşıyorum. Görüşlerinizi, deneyimlerinizi öğrenmekten büyük mutluluk duyacağım.

Sadece benim takıldığım ya da irdelemekte olduğu konular üzerinden gidiyoruz gibi hissettim. Daha önce de söylediğim gibi sorulara cevap bulmak zorunda değiliz. Cevabını biliyor olsanız bile en azından birbirimizin yoluna ışık tutmak anlamında sorularınızı bekliyorum. Şimdiden söyleyeyim, cevabını bilmediğime ise emin olabilirsiniz.

Sevgiyle..
ga, 01. 09. 07

-

Yoksa zihin daha farklı ya da gelişmiş bir algının saptamış olduğunu alıp “kendisi bulmuş gibi” mi davranıyor?
Evet bu önemli konu. Düşüncenin önce kendini sonra karşısındakini aldatıyor, kandırıyor olması tehlike. Aldatma varlığını ancak ‘izlem’ bulgulayabilir. Bu konuda ilişkinin (sohbet) önemi büyük. K meditasyon, yada gerçeğin sorgulanışının Tibete kaçıp yıllarca oturarak değil, ilişki içinde olabileceğini vurgular. Aldatmanın olup olmadığı ilişki içinde ortaya çıkar. Çünkü ilişki ayna görevi görür. İlişki içinde aldatma (kendini veya karşıdakini) daha kolay hissedilir. Aldatma bir şeyin peşindedir. Herhangi bir şeyin. Bu sohbetin (soruyu yanıtlayanlar için) belki en önemli yararı aldatma varsa görülmesi /bulgulanması. Çünkü görmek yapmakla eşdeğer. Eşini başka birinin kolunda gördüğünde, senin için, istesende istemesende yeni bir yaşam başlar. Yeni yaşam aldatıyı görmenin doğal uzantısı. Çünkü gördüğün şey bilineni yıkar. Sohbet bu nedenle (araştıranlar için), gerçeği sorgulamaktan başka hiç, ama hiçbir motif yüklü olmamak zorunda. Para, ün, tanınmışlık, başarı tutkusu, güç arayışı nedeniyle K’nın taklit edilişi veya onun gücüne ulaşmak, bu kültüre tanıtılması gibi akla gelebilecek en ufak motif, zaman ürünü olarak değerlendirilip, aldatma sayılabilir. Her türden aldatma izlenmek zorunda: Çocuğunu daha çok yesin veya çalışsın diye, müşterini, hastanı, komşunu, oy vereni aldatma, güçlüyü yada güçsüzü, arkadaşını, hocanı, karını /kocanı, toplumu aldatma, peynir tartarken, araba tamir ederken, bina inşaa ederken, mal satarken, mal dağıtırken, tasarlarken, yazarken, çizerken tümü. Hepsi yaşam. Yaşamın bir kesiminde aldatma varsa zihin meditasyon içine nasıl girebilir?

Ama koşullanmalardan, arzulardan ve korkularından kurtulamamış bilinç bu soruya ancak tahmini olarak cevap verip düşüncelerini açıklayacaktır. Ben böyle yaptığımı biliyorum en azından. Dilerim siz, benim ve çoğunluk gibi değilsiniz. Sorum şu: “Zihin bedensel faaliyetten bağımsız bir olgu mu?”
Zihin ve bedenin ayrı şeyler olduğunu söylenemez. Ama zihin ve düşüncenin bağımsız şeyler olduğu vurgulanabilir. Sorun şu: Düşünmediğin anda, meditasyonun derinliği içinde zihinle karşılaşılabilir miyiz?

Siz, ben ve çoğunluk; bilinmeyen içinde son derece önemsiz konu başlıkları. Eğer ‘ben’ biliyorum derse, bilmediği kesin. Bilinmeyenin, sınırsız uçsuz bucaksız olanın ne kadarı bilinebilir? Bilindiğini varsayalım; bunun sana, ona, şuna yararı ne? Bilinmeyeni kurcalamanın yararı ne? Bilinmeyen ancak ve ancak düşünce kendi sınırlılığını (anlamsızlığını) gördüğünde açığa çıkar. Kaygınız son derece yerinde. Arzu, önyargı, gelenek, görenek, ahlak ve korku düşünce ürünü. İnsanın acısının kaynağı: Savaş korkusu, evsiz, işsiz, eşsiz, yalnız kalmak, hastalık ve yaşamın sonlanması. Hepsi zaman içinde hareket eden düşünce yığınları; dolayısıyla insanlığın onbinlerce yıldır yükleri. Karşımıza çıkan soru şu; yüklerden kurtulabilir miyiz?

K yanıtlardan çok soruları önemser. Haklısınız; yazışmalarda ister istemez ortaya yanıtlayan çıkmış. Yada bir açıdan öyle görünüyor. Bunu gösterdiğiniz için teşekkürler. İnanmak istermisiniz bilmiyorum (zorunda değilsiniz); yanıtlayan veya bilen olmak istenen, amaçlanan şey değil. Yıllarca sorgulanlar sonucunda kendiliğinden çiçek açmak gibi bir şey. Açan çiçeğin hiçbir amacı yok. Çiçek gelin beni koklayın demez. Onu gören biri güzelliği nedeniyle koparıverir ve çiçek asla tepki göstermez. -Bu satırlar birkaç gün önce yazılmıştı. Tekrar gözden geçirildiğinde içinde yine tehlike barındığı fark edildi. Tehlike şu: Çiçek açmak. Ben açtım, gel sana da öğreteyim. Asla ve asla böyle bir savunu yok. Bir çiçek diğerine açmayı öğretemez.- Bilen olmaya çalışmak sanırım güçlü olma tutkusu. Oysa güç ve korku aynı madalyonun iki yüzü. Güçlü olan daha güçlü olmak ister, daha güçlü olan daha çok korkar. Bu anlamsız döngü fark edilmedikçe döner durur. Dönmesinin yanında, gücün korunması uğrunda şiddete baş vurulur. Ne dersiniz?

Evrene gönderilmiş sorular konusunda aynı şeyleri düşünüyoruz. Sanırım soru ve yanıt aynı şey. Eğer sorular evrene gönderiliyorsa, yanıtlarda uçsuz bucaksızlığa gönderiliyor. Kanımca olanı, mevcutu sorgulamadan gerçeği araştırmak imkansız. Karşılıklı kurcalanan sorular olmasaydı diyalog olası değildi. Sorularla önceden boğuşmuş olmak sohbeti besleyen kaynak. Herhangi bir tarafın savunusu olsaydı karşıtlık kaçınılmaz biçimde çatışacaklardı. Bilinmeyen nasıl savunulabilir?

Aramızda geçen yazışmalarda biz de mi böyle bir yaklaşım sergilemeliyiz sorusu kafama takılmıyor değil.
Sanırım biçim önemsiz. Önemli olan zorlamadan, zorlanmadan ‘olana’ tutkuyla bakabilmek ve olanı çarpıtmadan görebilmek. Sorular da, yanıtları gibi şefkat yüklü olmak zorunda, yoksa dozu ayarlanamamış dahiyane sorular ukala /bilen tavır sergileyebilirler. Sorular da, zekice işlenmiş yanıtları kadar tepki çekmezler mi?

“Sezginin ne olduğunu zihin bilebilir mi?”
“Krishnamurti'nin bir sözünü tesadüfen okuyup, "işte benim aradiğim bilge budur" deyinceye kadar. Hemen Ayna Yayinevi'ne gittim. Ve yayınevinin bastıği tüm kitapları aldim. Normal koşullarda kesinlikle böyle bir davranış göstermem.”
Bence bu satırlar sezginin kendisi. Bunu K sorularıyla önceden mücadele etmiş biri kolayca görebilir. Yazışanlar arasında, sezgi doğruluğu konusunda zerre kadar tereddüt yok. Evet; K bugüne kadar karşılaştığımız en önemli bilge. Bunu sizle paylaşmak son derece kolay. Şimdi burada karşımıza önemli bir soru çıkıyor! Son derece kolay ‘olan’ı siz, en yakınınızdaki birine nasıl anlatırsınız? Bir deneyin! K sorularıyla daha önce hiç karşılaşmamış birine K’yı tanıtmaya çalışın! Sanırım hiç kolay olmaz. Kanımca imkansız. Sezgi ya görünür ya görünmez. Görünenin sözcüklere yansıtılması ise boşuna. K sözcüklerin sınırlılığını her fırsatta anlatmaya çalışır. “Asla ve asla tarif edilen şey, tarif edilen değildir” der. Bu zorlanmadan, olduğu gibi algılandığında bilgi, bilen, sorular önemini yitirir kanısındayım.


Sorum şu: “ İzleyen ne zaman izlenen olur?”
‘Ben’ ortadan kalktığında, İzleyen, izlenen olur. Ben düşüncenin uzantısı olarak, zamandır. Düşünce sonlandığında meditasyon içinde bulur insan kendini. Düşünce hareket etmediğinde, izleyen ve izlenen ayrımı da kendiliğinden kalkar. K buna ‘bilinenin ötesine geçmek’ der. Ama yine de tarif, tarif edilen değildir. Ona göre meditasyon gün boyu içinde olunandır. Bir başka soru: Gün boyu meditasyon içinde olana ne olur?

“Oysa düşüncenin hiçbir şey bulamayacağı kabul ettiğimiz bir olguysa, izlenen olduğumuz değerlendirmesinin altı doldurulmuş olmuyor mu?”
Kabullenilen şey hiç ve ‘boş’sa, ‘Boş olan’, bir şeyin altını nasıl doldurur?

ab, 07.09.07

-


Arzunun ne olduğu konusunda şimdiye kadar çok söz söylendiğini tahmin edebiliyoruz. Bunun ne olduğunu siz bulabildiniz mi? Şüphesiz kelimeler ve cümlelerle hayat bulan düşünce ona bir şekil verecek, sınır koyacaktır, her zaman ki aciz ama çok bilmiş tavrı ile.

“Arzusuz bir hayat mümkün mü?” diye soracağım Krişnamurti’yi akla getiren bir söylemle. Sorunun doğru yerde ve zamanda sorulmasının, özgün ya da sorulmamış bir soru olmasından daha önemli olduğunu söylemek bilmem yanlış olur muydu? Yoksa burada bir “aldatma” mı var sizin deyiminizle?
Arzusuz bir hayat mümkün müdür? Neden mümkün olsun ki? Arzularımızdan kurtulmamız gerektiği hep birileri tarafından söylendi. Peki bu doğru mu? Arzularımızdan kurtulmamız mı gerekiyor? Arzu nereden geliyor. Elbette bu soruların her biri ayrı ayrı uzun irdelemelere açık. Bu irdelemeler gerekli mi?

Soru soruyu doğuruyor. Anlatımdaki akışın kesintiye uğrayabileceği düşünülebilir. Cevaba gitmek belki beni bir parça endişelendiriyor. Bundan K’nin “düşünce bulamaz” saptamasından etkilendiğim, hatta bunu bir parça içselleştirdiğim saptamasını yapıyorum. Hemen “kendisi” övünmeye başlıyor. Halbuki ortada yine bir şey yok. Ne olmasını bekliyorum ki? Gerçekten ne olmasını bekliyoruz? Tüm arzuların gereksiz olduğunu gören zihin geldiği noktada yeni bir arzunun esiri mi oluyor? Buna “aydınlanma arzusu” mu deniyor?

Neden aydınlanmayı arzularım?
“Elbette aydınlanma nedir?” sorusu gündeme gelecektir. Hadi yapmayın canım, düpedüz Nirvana’ya ulaşmak, İnsan-Kamil e ulaşmak, ermek denen halden bahsediyoruz. Niye bunu arzuladığımızı kendimize karşı dahi sürekli inkar ederiz ki? Arzularız, “kendisi” olan arzular. Arzulayacaktır. Çünkü biz buyuz. Arzulayabileceğimiz her şeyi terk etsek bile arzuladığımız şey “aydınlanmak” olur. Geride bırakılan! tüm arzuların tek arzu olarak toplanmış hali. Arzu varsa vardır bunun ne arzusu olduğunun hiçbir önemi yoktur. Bilmem siz ne düşünürsünüz?
Cümleler ve sorular durmuyor ki? Durmasın…

Arzu nedir? Zihin neden arzular. “Ben” neden arzuluyorum? Önemli bir yanılsama içinde olduğu bize söylenen zihin neden bunu yapar? Neden hazzın pek çok çeşidini, güvenliği, geleceğin garantisini, sukuneti, üremeyi, sevmeyi, son noktada ise aydınlanmayı arzularım?

Arzu neyi engelliyor? Aydınlamayı mı, huzuru mu, deneyimi mi mutluluğu mu? Burada nasıl bir tuzak olduğunu mutlaka fark etmişsinizdir. Ama zihnin o geleneksel, çarpık çalışma sistemi içerisinde sürekli tekrarlanan bir döngü değil mi arzunun egemenliği. Peki bu saydıklarımızdan herhangi birini ya da diğerlerine karşı herhangi bir arzu duymayan zihin bulunur mu?

Eğer uygun görürseniz arzu üzerine fikir alışverişinde bulunmak isterim. Bu konuya derinlemesine girmeyi öneriyorum. Buna itiraz edeceğinizi hiç tahmin etmiyorum ama sohbetimiz ilerlerken belirli bir sistematiğe ihtiyaç duyabiliriz. Bu konuda yönlendirmeyi sizin yapmanız daha iyi olur düşüncesindeyim. Ana başlıklar oluşturarak konuları tamamlamak uygun olur muydu?

ga, 17. 09. 07

-

Sorularınız, sorgulanması gereken sorular. Katılıyorum, sordukça yeni sorular çıkıyor. Yaşam sorgulanmadan gerçeği bulgulamam olası değil. Yalnız içlerinden biri daha önce açığa kavuşturulmak zorunda. Oda şu: ...ne olduğunu siz bulabildiniz mi? Bu sorunun yanıtı iki ayrı biçimde verilebilir! Birincisi; evet buldum. İkincisi; hayır bulamadım. Bu yanıtların ikiside sanırım insanı bir yere ulaştırmaz. Sonuç istemiyle öz kavranamaz. Oysa arayışın önemi büyük. İnsan sorgularken, ararken öğrenir. Eğer düşünce ‘arzu’ içinde önemli ayrıntılar olduğunu sezgiler ve her ne pahasına olursa olsun bulgulanışı için araştırırsa kanımca önemli ölçüde ilerleme sağlar. K kimi soruları yanlış, sorulamaz sorular olarak adlandırır ve neden yanlış oldukları konusunda uzun tartışmalar içine sokar insanı. Yanılmıyorsam eğer, bu soru da sorulamaz. Çünkü sorunun yönü var. Buldun mu? Oysa bu yanıtlayan için gerçek bir tuzak. Bulmuşsa düşünce henüz ben içinden çıkamamış, ya da zamanın esiri olmaktan kurtulamamış olduğu söylenebilir. Eğer ‘buldum’ deniyorsa karşımıza otorite çıkar. K kendi dahil herhangi bir otoritenin var olmadığını çok sık vurgular. Otorite varsa yol vardır. Oysa gerçeğin yolu olamaz. Truth is a pathless land. Daha önemlisi bulduğumu sandığım düşsel, yanlış ve yanlıysa, yıllarca sahte bulmuşluk hissi sorgulayanı anlamsızlıklar içine çeker. Yanılmıyorsam dinlerin, ekonomik ve sosyal öğretilerin içinde bulmuşluk bulunur. Ancak biri çıkar ve yeni bir bulgu ortaya atarak yıllarca peşinden sürüklendiğiniz kişi, kurum veya öğretinin hiçbir geçerliliği olmadığını gösteriverir. Yeni bulguyu ortaya atanın da başına aynı şey gelir. Kımıldatılamaz olduğu düşünülen yeninin de çok geçmeden çöküşü diğer bir yeni tarafından kurgulanır. Burada yapılıyor olan sadece yaşamın olağandışı karmaşık yapısını sorgulamak ve anlayabilmek. Hepsi bu. İki dost gibi. Arkadaş gibi. Buradan kutsal, yüce, erişilmez bir kimlik veya kurum yapılandırmaya çalışmak son derece tehlikeli. Ama bu noktada sorulması gereken önemli soru şu: Gerçek, çökertilebilir mi?

Arzuya gelince... önemli bir alt başlık gibi görünüyor. Şimdilik bu başlığı kullanalım! Ancak arzu sorgulanırken karşımıza kaçınılmaz biçimde, haz, mutluluk, sevinç, tutku, sevgi, alışkanlık, istem, güven, zaman, gelenek, görenek, bağımlılık, sıkıntı, korku, şiddet ve ölüme ilişkin sorular çıkabilir. Kimi insan güzel, iç açıcı şeylerden söz etmek ister. Karamsarlık ilgi çekmez. Düşünce neden seçmeye çalışır? Neden iyileri konuşur, korkulandan kaçar? Yıllar önce, K’nın ölümün olağan üstü güzelliğini vurguladığı satırları okurken dehşete kapılmıştım. Ölümün güzelliği çok anlamsız gelmişti. Ancak şu basit gerçeğin görülebilmesi şart: Ölüm anlaşılmadan sevgiyle karşılaşabilmek imkansız. Bu bir slogan değil. Aynı zamanda bilenin ukalalığıda değil. Bilen varsa ne yazıkki sevgi yok.

Arzu nedir? Zihin mi arzular, yoksa düşünce, ben mi arzular? Daha önce de bakmaya çalıştığımız gibi bu ikisi arasındaki ayrımı görmüş olmam gerekli. Sezgi, zihnin uzantısı demiştik. Ve sözcüklerin zihni tanımlamada yetersiz olabileceğinden söz etmiştik. Diğer yanda düşünce kaynağı ‘ben’in sözcüklere bağımlı olduğundan söz etmiştik. Şimdi önümüzdeki soru şu: Arzu ve haz arasında ilişki var mı? Haz nedir? Düşünce midir? Haz, üreme dürtüsünün düşünceyle biçimlenmesiyle mi ortaya çıkar? Sevgi ve haz ilişkisi nasıl işler? Sevgi nedir? Sevgi, haz ve mutluluk ilişkisi içinde gerçek olana ulaşılabilir mi? Haz bağımlılık nedeni olabilir mi? Haz sadece bedenin kimyasıyla mı ilişkili, yoksa ün, başarı, güç tutkusu da haz içinde yer alır? İstem nedir? Başarılı olmak isteriz. Neden? Bu istemin kaynağında ne var? Haz mı var? Neden hazzın pek çok çeşidini, güvenliği, geleceğin garantisini, sukuneti, üremeyi, sevmeyi, son noktada ise aydınlanmayı arzularım? Yoksa bunların hepsinde gerçeğin ne olduğunu bilme tutkusu mu yatar? Merak ve bilme tutkusu. Bilgiye neden ihtiyaç duyulur? Önce sezgi, sonra merak ve araştırma tutkusu. Örneğin: K’nın eşsiz bir yaşam ustası olduğu sezgisi, ardından söylediklerinin gerçeği yansıtıp yansıtmadığı merakıyla derin bir araştırmaya koyulmak. Çabanın buradaki rolü ne? Zorlanma varsa neden görme işlemi gerçekleşmez? Aydınlanmak veya gerçeği görmek için zorlayabilir miyim kendimi? Zorla görebilmek veya aydınlanmak için yıllarca bir köşede oturabilir miyim? K neden, ‘sabırla, dikkatle yapılan izleme sonunda gerçeğin yüzü kendiliğinden aydınlanır’ der? İzlem ancak ilişki içinde mümkün. ‘Olan’ı izlemek arzu mu? Olanı seçimsizce izlemek ne kazandırır? Eğer olanı sabırla, seçimsizce izlersem arzuya ne olur?

Görüldüğü gibi son derece karmaşık bir alan içine girmek üzereyiz. Sorular ve sorunlar birden insanın üzerine yıkılır. Yaşam içinde başarı varsa genellikle sorgulama yapılmaz. Ancak başarının doruk noktasında veya yaşamın hiç beklenmedik anında ölümle karşılaşılır. Ve düşünce kendini tam anlamıyla kaos içinde bulur. Ölümle pazarlık edemeyiz. ‘Lütfen bana üç gün müsaade, üç gün sonra görüşürüz’ denemez. Olanı ve ölümü kandıramayız. İnsanın ailesi, çocukları, düzenli bir geliri varsa, karşısına dikilen soruları kurcalamak alışıldık davranış değildir. Her şey yolunda giderken sorun üstüne sorun yaratmak olur bu. Araştırmak korkusuzluk gerektirir. Korku, korkusuzluğun karşıtı olabilir mi? Nedir korku? Aralarındaki karşıtlık ne? Karşıtlık var mı? Herşey yolunda giderken ölüm nedir diye sorgulamanın ne anlamı var? Haz ve korku arasında ilişkiden söz edilebilir mi? Korku arkasında kaybetme, yaşamı yitirme kaygısı mı yer alır? Düşünce neden ölümü reddeder? Düşünce neden kalıcılık ister? Söz konusu istem içinde hazzın terk edilişi korkusu mu yatar? Belki şansım yardımcı olursa ölüm geç gelebilir. Eğer önümde uzun bir yaşam varsa önce ‘ben’i sorgulamanın, sonra onu reddetmenin anlamı ne? Bu yaşarken ölmek anlamına gelmez mi?

Hazzın anlaşılabilmesi için korkunun kavranması şart. Haz ve korku, ödül ve ceza gibi, bir paranın iki yüzü. Birinin varlığı diğeriyle ilişkide. Hazzın anlaşılabilmesi için onun ne reddedilmesi, ne de onaylanması gerekli. Gereken sadece seçimsiz izlem. Onay ve reddin olmadığı izlem. Herhangi bir araştırma için de onay ve red bir kenara itilmeli. Dünyanın her köşesinde inaçlar hazzı red eder. Neden? Nedeni basit; ‘kurtarıcıyı anlayabilmen için enerjiye ihtiyacın var’. Gereken enerji arzu tarafından harcanmamalı. Hepsi bu. Şu an biz arzuyu ne onaylıyoruz ne de reddediyoruz. Sadece gözlemliyoruz. Gözlemin sağlığı, önyargılardan, varsayımlardan arınmış olmasına bağlı.

Arzu nasıl doğar? Arzu içimizde hareket eden önemli bir etken. Çağımız izlendiğinde, ticaret ve reklam dünyasının insan düşüncesini propaganda ile nasıl yönlendirdiğini görebiliriz. Dünyanın her köşesinde insan düşüncesi propaganda aracılığla daha çok almaya yönlendirilir. Örneğin moda; daha giysilerimiz eskimeden yeni giysiler peşine düşeriz. Arzu bunları edinmeye çalışırken, insanı daha çok çalışmaya, daha başarılı, daha kazançlı olmaya iter. Arzu ve iştah da ilişkide sanırım. İştah, açlık ve arzu. Hepsi ticari yaşamın, tüketim dünyasının etkisi altında. İştahım var çünkü açım. Bu insanın doğal tepkisi. Ancak düşüncenin yemek seçenekleri arasında geziniyor olması arzu. Burada düşüncenin kaygısı doymak değil, iyi yemek, alışık olduğunu bulmak. Bir arabayla karşılaştım, diğer yanda onun hakkında bir yığın haber okudum. Ona dokunmak, kullanmak, hızını test etmek istiyorum. Bu iştahın diğer bir şekli. Diğer yanda düşünsel iştah var. İki kişi arasında tartışarak, karşılaştırarak bilginin sınanması. Bilginin yeni kanallarına ulaşma iştahı. Kişileri sürekli uyaran bilgi. Bilgili olma iştahı. Diğer yanda seksüel iştah. Sürekli düşünülen, geçmiş ve olası görüntülerin bitmez tükenmez biçimde tekrarı. Neden seksüel arzuya bu kadar önem veriyoruz? Düşüncemiz ticarette, modada olduğu gibi birilerinin iştahı doğrultusunda mı yönlendiriliyor? Para kazanma, güçlü olma, hakim olma, yönetme sahip olma arzusu mu bizi yönlendiren, yoksa başka nedenlere de bağımlı mı arzu?

Sahip olma duygusu. Anında geciktirilmeden, hemen sahip olmak. Bir şeyi görür görmez, sahiplenilme doyurulma istemi; gömlek, ev, araba, tatil, seks. Edinme arzusu. Deneyimleme istemi. Olağandışı haz kaynağına ulaşma tutkusu. Sanıyorum arzunun işleyişi önce görsel sezgiyle başlıyor. Ardından temas, duyarlılık ve ayartılma geliyor. Ve sonunda ise arzu. Yanılmıyorsam iştah ve arzu aynı kaynaktan besleniyor.

İnsanın hemen karşısına şu soru çıkıyor: Arzu denetlenebilir mi? Arzuya hakim olabilir miyim? Onu kontrol edebilir miyim? Nasıl bir disiplin altında denetlenebilir? Duygusal, seksüel, sahip olma, yönetme, aydınlanma, ulaşma, bir yere varma arzusu kontrol edilebilir mi? Zorunda mıyım? K kontrolun yıkıcı nitelikleri konusunda her fırsatta uyarıda bulunur. Neden? Kontrol edin diyen otorite bu yolda suç işlemiş olmaz mı? Otorite bu nedenle yadsınır. Bilen bu nedenle tehlikelidir.

ab, 2 ekim 07

0 Comments:

Post a Comment

Subscribe to Post Comments [Atom]

<< Home