Sunday, October 19, 2008


TÜRKİYE DÜZENSİZ SİSTEMLER ÇALIŞMA GRUBU

I. Doğrusal Olmayan Düşünceler ve Uygulamaları Sempozyumu

20 - 27 Eylül 2008
Yalıkavak – Bodrum-Türkiye




Hoşgeldiniz!


Öncelikle sempozyum yöneticilerine ve Yalıkavak belediyesine izninizle teşekkür etmek isterim.

Konuşma düşünce ve düzensizlik üzerine. Birlikte düşüncenin nasıl oluştuğuna, sonra düzensiz olup olmadığına bakalım. Vakit elverirse zihin ve düzen ilişkisi üzerine durabiliriz.

İnsan serüvenine toplayıcı olarak başlar, alet kullanarak avcı olur. Tarımla yerleşik düzene geçer. Alet kullanması ve iyi beslenmesi ona düşünmek için zaman tanır. Bilindiği gibi sonraki yüzyıllarda teknolojinin yardımıyla giderek kolaylaşan yaşam, düşüncede inişli çıkışlı sayısız değişime neden olur. Değişim istemine fikirler öncülük eder. Değişim sözcüğü burada özellikle vurgulanmak istenir. Vakit elverirse bunun neden gelişme olmadığı konusuna değinebiliriz.

Gelişme veya değişimde olduğu gibi düşünceye çeşitli açılardan yaklaşmaya çalıştığımızda tepkiyle karşılaşırız. Bu noktada farklı Yüzyıllarda yaşamış iki bilim insanından söz edersek ikisinin de benzer kaderi paylaştıklarına tanık oluruz. ‘Galile’, gökyüzüne ilişkin gözlemleri nedeniyle kilise tarafında ölümle cezalandırılır. ‘Einstein’ ise bulguları nedeniyle önce deli, sonra dahi olarak nitelenir.

Burada önümüze çıkan soru şu: Zamanın düzeni olduğunu savunan düşünce sistemleri neden bu iki düşünceye tepki gösterir? Tepki düşüncede önemli bir yere sahip. Tepki karşıtlık yaratır, karşıtlık çatışmaya neden olur.

Tepkiden önce, ‘Düşünce nedir?’ diye sorgulandığında, bilginin beyin hücrelerinde depolanması ve hatırlama işlemi diye basit bir tanım yapmak mümkün. Oysa durum o kadar basit değil: Bilim insanları beynin ancak % 10 luk bir bölümünün bilgisine sahib olduklarını söyler. Uzaya ilişkin bilgide aynı.

Düşünce oluşurken zamana gereksinir. Düşünce iki tür zaman kullanır. Zamanı kronolojik veya psikolojik olarak bölmek ne kadar doğru bilmiyorum. Kolay algılayabilmek için şimdilik bölünmüşlüğü kabullenelim. Güneş sisteminden alınan verilerle oluşturduğumuz gün, ay, yıl kronolojik zamanı simgeler. Bu zamanı her dakika kullanırız. Yıllarca sürecek karmaşık bir projenin tüm etaplarında, üç gün sonra İstanbul’a veya Ankara’ya dönmek için, 15 gün sonra Avrupa’ya uçmak için hepsi kronolojik zaman kullanır. Psikolojik zaman kullanımı ise bir duruma ulaşmayı amaçlar. Burada da planlama söz konusu. Örnek vermeğe çalışırsak: Düşünce iki yıl içinde köşeyi döneceğini ön görür. Ya da kızının veya oğlunun Doktor olmasını düşler. Oğul Doktor olmasına olur ama, düşüncede öngörülemez bir kırılma veya düzensizlik veya çevredeki düzensiz bir sistemin baskısı ona akıl almaz başka bir rolü öngörür.

Düşünce ‘olan’ içinde öğrenir. Olan şu an. Öğrenilen bilgi beyinde depolanır. Çocuk sıcak veya soğuk yüzeye dokunduğunda beyin bu bilgiyi kaydeder ve yaşamının sonuna kadar kullanır. Depolanmış bilgi işlenerek gelecek planlanır. Gerçek, ‘şu an’. Konuşmacı depolanmış bilgisini kullanarak, düşüncenin düzenli olup olmadığını sorgular. Bilgi bilinen, eski. Yeni bilgi, eski olanı kolayca siler. İçten yanmalı motor, buhar makinalarını kısa sürede devre dışı bırakması gibi. Geleceğin henüz yaşanmamış olması nedeniyle kurgusal olduğu kolayca izlenebilir. Geçmiş ve gelecek realite. Gerçek olan ‘şu an’. Tanınmış bir biliminsanı zamana ilişkin şunları söyler: “...fiziğe inananlar için geçmiş, bugün ve gelecek arasındaki ayrım, ne kadar inatçı olursa olsun yanılsamadan ibaret.” Dikkat edilecek olursa ‘şu an’ da yanılsama olarak tanımlanmış.

Realitenin düşünce alanı olup zamana gereksindiğini, gerçeğin ise ‘şu an’ yani zamanın kendisi olduğunu gördük. Yaklaşık bin yıl öncesi bir düşünür, bilgiye ve dolayısıyla zamana şöyle yaklaşmış: “Saçından tırnağına gerçeksin. Daha ne bilmek istersin?” Burada da bilgi eski ve önemsiz. Şu an sorgulamaya çalıştığımız gerçek ve realite arasındaki ayrım. Ayrım önemli; çünkü realite gerçeği düzensiz hale getirebiliyor.

Günümüzden yaklaşık 2000 yıl önceye dönüp bakarsak, başka bir düşünür gerçeğe şöyle yaklaşmaya çalışmış: “Yerde, gökte Tanrı’yı arıyorsun, ama gözünün önünde durandan habersizsin, çünkü tam şu anın içine nasıl bakacağını bilmiyorsun.”

Biner yıl arayla üç benzer alıntı, iki ayrı inanç ve çağımızın önemli bir biliminsanı. Üç bilge kimliği tahmin edebilmek zor olmasa gerek. Gerekirse isimler üzerinde konuşmanın sonunda durulabilir. Burada isimlerden kaçınmanın nedeni düşüncenin tarafsız kalabilmesi. Galile örneğinde olduğu gibi organize inanç içindeki düşünsel kalıplar gerçeği veya düşünceyi düzensizleştirebiliyor.

Şüphesiz düşüncede olduğu gibi gerçek içinde de düzensizlik söz konusu. Dinazorların bilinmeyen bir nedenle yeryüzünden yok olduklarını biliyoruz. Bu düzensizlik. İnsan ise iki milyon yıldır sahnede. Bu kendi içinde düzenli. Ancak son 2-3 Yüzyıla baktığımızda atalarımızın düşüncesi önceye oranla daha düzensiz. 20. Yüzyılın başında ve ortasında, günümüzde uygarlıklarıyla öğünen kültürler öncülüğünde iki büyük insanlık trajedisi yaşanmış. Bilindiği gibi altmışlı yılların başında yeryüzü tüm canlılarıyla birlikte yok olma noktasına getirilmiş. Olgular düzensizliğin boyutlarını gösteren gerçekler. Aramızda yaşananların gerçek olmadığını tartışamayız.

Gerçeğin ve realitenin düzensiz salınımını izlediğimizde birinin yavaş diğerinin hızlanarak düzensizleştiği görülebilir. Bu alıntı Hitit duvar yazısından: “Tanrım, beni yavaşlat. Aklımı sakinleştirerek kalbimi dinlendir. Zamanın sonsuzluğunu göstererek hızımı dengele. Günün karmaşası içinde bana sonsuza kadar yaşayacak tepelerin sukunetini ver.” Bu anonim alıntı günümüzden 4000 yıl önce, M.Ö. 2000 de duvara kazınmış.

Çağın insanın hızını nasıl yavaşlatır? Düşünce hazı kullanarak olandan kaçmaya çalışır. Akşam iki kadeh, sabah sert bir kahve. İçkinin zoruyla sakinleyiş, sabah kahve zoruyla uyanış. Özetle beyne periodik olarak kimyasal müdahale.

Düşünce ve ben ilişkisine baktığımızda ‘ben’in erken yaşlarda biçimlendiği görülür. ‘Ben’i oluşturan düşünce, yani zaman. ‘Ben’ önce aile içinde sonra mahalle, okul, şehir ve yaşanan ülke tarafından biçimlenir. Ben kendini sahip olduklarıyla özdeşleştirir. Arabam, evim, eşim, şirketim, fabrikam gibi. Kendini daha güçlü hissetmeğe başladığında ‘vatandaşları’ olduğunu iddia eder. O ve onun vatandaşları aynı şey. Çünkü vatandaşını biçimleyen onu da biçimler. Bu dünya neyse sende o’sun anlamına gelir. Dünyayı biçimleyen seni de biçimler. Düşünsel bir tanıma diğer bir düşünce tepki gösterir. Yargılayan düşünceye göre tanım düzensiz. Yeni tanım eski alışıldık düzeni alt-üst edebilir. Kilisenin alanını ilgilendiren düşünceyi yaşatmak istememesi gibi.

Düşüncede tepki varsa karşıtlık oluşur. Tarihe baktığımızda sayısız karşıtlık örneğiyle karşılaşırız. İnsan evrene göre kısa tarihine 15 000 savaş sığdırmış. Ülkeler incir çekirdeğini doldurmayacak nedenlerle 100 yıl savaştıklarını biliyoruz. Karşıtlık, ikilem veya dualite gerçeği çarpıtır. İkilemin çarpıtığı ve dolayısıyla mutluluğu engellediği 2500 yıl önce Hindistan’da dile getirilmiş. Ayrıca ben’in kurgusal yapısı, giderek eski önemini yitirse de, bu coğrafyada hala önemsenir.

Bu noktada karşımıza şu soru çıkar: Karşıtlık nerede başlar? Karşıtlığı yaratan ne? Gerçekten karşıtlık var mı? Var demek, yok demekle aynı. Siyah, beyaz adam, uzun, kısa kadın dışında karşıtlık var mı? Karşıtlığı savaş ve barış gibi düşünce yaratır. Düşünce bölerek anlamaya çalışır. Benim ülkem, senin ülken. Senin bilgin, benim bilgim. Senin fikrin, benim fikrim gibi. Düşünce önce savaş ister, yıllarca kan gövdeyi götürdükten sonra barışı kurgular.

Bilindiği gibi ruhbilimciler alt ve üst ben tanımı yapar. Hasta, düzensiz düşüncenin analiz edilerek eski sağlığına kavuşturulacağı savunulur. Analiz fikrini ilk ortaya atan Freud, günde 25 puro içtiği bilinir. Bu bir ölçüde madde bağımlılığı. Çenesinde tütünden kaynaklanan protez vardır. Kızı her sabah, çok sancılı pansumanlarla protezi yerine yerleştirilir. Şimdi benim bir madde bağımlısı olduğumu ve Freud’a başvurduğumu varsayalım. Konuşmacının hastası olarak Doktoruna, düzensizlik içinde olduğunu göstermeği düşünmesi bile cesaret ister. Konuşmacı bu cesareti gösterebilseydi başına neler gelirdi? Gereken cesareti Jung gösterir: Freud yedi adet yüzük alarak yakınındakilere dağıtır ve onlara bağımlılık yemini ettirir. Yüzükler etrafında görünmez güvenlik kalkanı oluşturur.

Düşünce üzerinde geleneğin, eğitimin, toplumun baskısı büyük. Galile, Freud ve Einstein örneklerinde gördüğümüz gibi, her yeni düşünce tepkiyle karşılaşır. Sanırım günümüzde de durum pek farklı değil.

Düşünce içinde korku, haz, nefret, kıskançlık, imrenme gibi birbirinden bağımsız görünümlü başlıklar bulunur. Bunlar dikkatle izlendiğinde temelde ‘olan’ın çarpıtılışı bulgulanır. ‘Olan’ küçük şeylere hapsolmuşluk içinde çarpılır. Düşünce bütün içindeki yerini hernedense sorgulamak istemez. Bütün içinde önemsiz, küçük bir bölünmüşlük olduğu gerçeğinden adeta kaçar. Yıllarca düzensiz sorunlar çözmeğe çalıştığından bütünü göremez. ‘Olan’ bütündür: Makrodur. Gece başımızı kaldırdığımızda gördüğümüz olandır. Sonsuzluk, tarif edilemezlik. Düşünce ise olanın önemsiz küçük parçası: Mikro.

Bütün ve parça ilişkisini sanatçı yapıtlarında izleyebiliriz. Resim veya bir heykel sanatçısı önce bütünü kurgular. Sonra küçük fırça veya çekiç darbeleriyle bütünü realize etmeğe çalışırlar. Arada bir geri çekilip küçük olanın bütün içinde nasıl durduğu kontrol edilir. Bütün ve parça kontrolü sona ulaşıncaya kadar defalarca tekrar eder. Oysa insan, geri çekilip küçük eylemlerinin bütün içinde nasıl durduğunu görmek istemez. Bakma ve görme için, hızlı hareket eden çarktan kurtulup, tekbaşına bilinçte biriken bilgi ve olan ilişkisini izlemesi gerekir. Anımsarsak Hitit duvar yazısında “Tanrım beni yavaşlat. Aklımı sakinleştir...” diye yakarılmıştı. Görüldüğü gibi 4000 yıl önce de atalarımız sorununu kendi çözmek yerine başkasına çözdürme alışkanlığı altında eziliyor.

‘Olan’ın sağlıkla izlenmesi, tarafsız olabilmesine bağlı. İzleyen ve izlenenin bir olduğu gözlem burada önemli sorun.

İzlemin önemini sorgulamadan önce ‘olan’a göz atalım. ‘Olan’a baktığımızda dünyanın her köşesinde bugün düzensizlik olduğunu görürüz. Yeryüzünde neredeyse birbiriyle çatışmayan kültür yok. Savaş içinde olmayan ekonomik çatışma içinde. Ekonomilerini devlerden korumak isteyen küçükler akıl almaz yollara baş vuruyor. Aileler, komşular, şehirler ülkeler kıyasıya rekabet içinde. Savunmasız insanların korkulu rüyası aç kalmak. Büyük şehirler okumak ve iş bulmak için gelen insanların istilası altında. Varlıklı ülkelere dünyanın her köşesinden yoksul insanlar yaşamlarını hiçe sayarak göç etmeğe çalışıyor. Gelişmiş ülkelerin düzenli görünen sistemleri arkasında korkutucu düzensizlikler söz konusu. Varlıklı ama içki, eğlence ve çalışma içinde mutsuz insanlarla dolu etrafımız. İlk öğrenime kadar ulaşmış olduğu söylenen hap kullanımı. Ağızlarından düzen vaatleri eksik olmayan huysuz politikacılar. Yeryüzünün her köşesinde olan bu.

Gelelim az önce sözü edilen tarafsız ‘izlem’e. Ne demek tarafsız izlem? Diyelim ki izlem anında karşıma; kıskanç, korkak, cimri veya aşırı savurgan olduğum çıktı. Düşünce doğal olarak düzen ister. Düzensizliğin giderilmesi gerekir diye düşünür. Eğer izleyen ve izlenen ayrıysa düşünce seçmeğe çalışır. Seçmeğe çalışan düşünce tarafsız kalamaz. Tarafsız kalamayan düşünce düzeni nasıl sağlar? Düşünce zalim olduğunu gördü; kendini ikiye bölerek zalim olan, zalim olmayanı yaratmaya çalışır. Zalim olmayan kurgusal. Zalim olmayan gelecek. Gerçek olan bendeki zalimiyet. Düşünce ancak kendi işleyişini kavradığında izleyen ve izlenen ayrımı ortadan kalkar. Artık sadece “seçimsiz izlem” vardır. Bu şuna benzer: Pencereden fırtınayı izliyorum. Dışarı çıkıp ona müdahale edemem. Onun hızını engelleyemem. Olanın işleyişine müdahale edemeyiz. Olanı ancak seyrederiz. Bu nedenle düzensizlik izlenmek zorunda. Düşünce seçimsiz izlediğinde, şaşırtıcı biçimde sakin, huzurlu olduğunu fark eder.

Atalarımız; eline, diline sahip ol der. İlk sorgulanması gereken: Kim olacak? Sahip olamayan olacak. Olamayan ve olacak olan ikisi aynı şey. Düzensiz olan düzeni sağlamaya çalışacak. Bilmiyorum düzensizliğin kaynağı görünüyor mu? Gerçekte düşüncenin düzensiz olduğunu görmesi yeterli. Eğer bu kavrayış özgün, çarpıtılmamış, tarafsızsa görmek, yapmaya dönüşür.

Seçimsiz izleyebilen ve günlük yaşamını sorunsuzca sürdürebilen düşünce zihin alanı içinde olduğunu hisseder. Zihin alanını çeşitli kültürler meditasyon alanı olarak niteler. Dinlerin hemen hepsinde meditasyon değişik ad ve formlarda yer alır. Nedir meditasyon? Zihin veya meditasyonun kavranabilmesi için düzensizliğin anlaşılması şart. Düzenin sağlanabilmesi için düzensizliğin kaynağını bulgulamak gerekli. Kaynağın bulgulanması ancak insanın kendini tanımasıyla olası. Gerçekte meditasyon alanı düzen alanı. Tüm dinler “kendini tanı” der. Bilincin düzensiz oluşunu sorgulamadan, çevremin düzenini sağlamam olası değil. Birinin söylediklerini kabullenerek düzen sağlayamayacağımı ve düzensizliğimin, çevremin düzensizliği olduğunu görmek zorundayım.

Düzensizlik ne demek? Düzensizlik; zorlanma, kargaşa, çatışma demek. Düzensizlik önce böyle düşünüp, sonra bunun tersini yapmak demek. Düzensizlik tepki demek. Çatışma demek. Bilinç düzensizliğin kaynağına indiğinde düzenle karşılaşır. Gelenekle biçimlenmiş organize inanışlar zihine meditasyon zoruyla ulaşmayı ön görür. Araştıracak olursak; Zen, Sufi, Tibet gibi sayısız meditasyon türüne rastlanır. Geleneksel inanışlara göre kendini tanımak meditasyonla sağlanır.

Düzen, aranarak veya oturarak bulunamaz. Düşünce ancak içindeki düzensiz fazlalıkları ayıklayıp düzene kavuşabilir. Önce düzensizliğin kaynağı sorgulanır. Sorgulama ancak, tarafsız gözlem yapabilen, düşünceyle mümkün. Bulgulanan düzeni sağlar. Düşünce bulguladığında artık bir şey yapmasına gerek kalmaz. Zihin ve ardından düzenle karşılaşan düşünce meditasyonun ne demek olduğunu kavrar. Bu görü için düşüncenin zamana gereksinimi yok. Belki Einstein’ın sözünü ettiği geçmiş, bugün ve gelecek yanılsaması bu.

Sezgi düzensizi görür ve yok eder. Görmek yapmaktır. Bilgi çoğunlukla kendine mekanik düzen oluşturur. Günümüzde bilgi inanılmaz boyutlarla ürer, üretilir. Bu nedenle insan bilinci kendine ait olmayan ikinci el bilgiyle tıka basa dolu. Oysa sezgi biriktirilerek elde edilebilecek bir şey değil; anlık. Bir anda ya görür, ya da göremem. Düzensizi gören sezgi. Bulgulananın doğru olup olmadığını tutkuyla sorgulayan ise düşünce. Önce sezgi, sonra tutkuyla sorgulayış.

Geleneksel meditasyon düşünceyi yavaşlatarak düzeni sağlayabileceğini düşünür. Oysa düşünce kendini izleyerek düzensiz olanın kaynağına ulaşabilir. Yetkenin düzensizlik olduğunu, kendimden başka doğruyu öğrenebileceğim bir kaynağın, hocanın, olmadığını görmek zorundayım. Kendimin hem öğrenci, hemde hoca olduğunu anlamak zorundayım. Oysa, organize inanç böyle düşünmekten kaçınmış. Hemen hepsi, takıl bana gerisini düşünme demiş. Bu bir anlamda düşüncenin yetkeye teslimiyeti. Bu, öğreteni ve öğreneni mutlu etmiş. Biri gücünü korumuş, diğeri rahatını.

Düzen için sorumluluk gerekir. Düzen sorumluluk ister: Aileme, çocuklarıma, ülkeme, yeryüzünün tüm canlılarına ve toprağa sorumluluk. Ülkeme sorumlu olduğumu düşünüp; güç, güvenlik kaygılarım nedeniyle dünyanın herhangi bir köşesini cehenneme çeviriyorsam bunun düzensizlik olduğunu, kaynağının düşünce olduğunu görmek zorundayım.

A.B, Assos

.............................................................................


Einstein:
“...fiziğe inananlar için geçmiş, bugün ve gelecek arasındaki ayrım, ne kadar inatçı olursa olsun yanılsamadan ibaret.”

Mevlana:
“Saçından tırnağına gerçeksin. Daha ne bilmek istersin?”

İsa:
“Yerde, gökte Tanrı’yı arıyorsun, ama gözünün önünde durandan habersizsin, çünkü tam şu anın içine nasıl bakacağını bilmiyorsun.”





.